Röportaj: Marc Quinn, Daima Genç

EN

Fotoğraf: Mary McCartney

1990’ların başında çağdaş sanat sahnesinin seyrini değiştirecek bir grup genç sanatçı İngiltere’de yükselmekteydi ve bugün dünyanın en tanınan sanatçılarından biri olan Marc Quinn de o gençlerin arasındaydı. Sanatçının kusursuz güzellikleriyle ilk bakışta izleyiciyi içine çeken eserleri, sanat tarihiyle diyalog halinde ‘varlık’a dair farklı halleri ve insanın ruhunda taşıdığı saklı duyguları araştırıyor. Zihnimde Bob Dylan’dan ‘Forever Young’ çalarken, zamanın geçişini ince bir şekilde izleyiciye hissettiren Marc ile ARTER’de açılan ilk kişisel sergisi üzerinden yakın dönem eserlerine, sanat tarihine ve üretim süreçlerine dair konuşuyoruz.



Şubat ayında Arter’de açılan sergin “Aklın Uykusu” izleyiciye işlerinle ilgili oldukça kapsamlı bir fikir veriyor. Sergi temalarından biri olan tarihi yakın dönemde bizim de gündemimizi meşgul eden bir kavram. Çalışmalarını bu tema bağlamında anlatır mısın?

Küratörlüğünü Selen Ansen’in yaptığı sergide eski dönem ve yakın dönem eserlerim bir arada sunuluyor. Son yıllarda üzerinde çalışmakta olduğum ‘Tarihin Yaratılışı’ halılarıysa bir seri olarak ilk kez Arter’de gösteriliyor. Halıların ilkini 2011 yılında Londra’da gerçekleşen ayaklanmalardan sonra yapmıştım; o zamandan beri yenilerini üretmeye devam etsem de, bugüne kadar sadece birini Londra’da diğerini de Venedik’te gösterdim. İçinde bulunduğunuz dönemi düşününce de hepsinin birlikte ilk kez burada sergilenmesi bu seçimi ilginçleştiriyor.

En başta halılar arasında Türkiye var mı diye bakmıştım; ama sonra düşündüm de aslında Brezilya, Hindistan, İngiltere ya da Yunanistan olması çok önemli değil...

Çeşitli nedenlerden dolayı Türkiye bu seride yok; ama çıkış noktaları hep aynı olduğundan halıdaki sahnelerin aslında nerede gerçekleştiği pek fark etmiyor. Bu seriye başlamadan evvel halılara bakıyor ve onları oluşturan her bir ipliğin kendi başına sadece bir iplikken, bir araya geldiğinde bir imge ya da bir nesne yarattığını düşünüyordum. Bu bana halılarda resmedilen ayaklanmaların da tek başına var olan bireylerin yeni sosyal medya ağlarını kullanarak birleşmesinden doğduğunu düşündürdü ve tarihin tepeden indirilerek değil, tabandan yükselerek oluştuğu gerçeğini hatırlattı. ‘Tarihin Yaratılışı’ serisinin de dünyanın işleyişindeki bu değişikliği nesnenin üretim biçimiyle bir şekilde ifade ettiğine inanıyorum; aralarında hoş bir bağlantı var. Elbette dünya değiştikçe, bu seriye yeni halılar eklenmeye devam edecek.

Marc Quinn, “Aklın Uykusu”, Küratör: Selen Ansen, Sergiden yerleştirme görüntüsü, ARTER, 2014, Fotoğraf: Murat Germen Sanatçının ve ARTER’in izniyle

Marc Quinn, “Aklın Uykusu”, Küratör: Selen Ansen, Sergiden yerleştirme görüntüsü, ARTER, 2014, Fotoğraf: Murat Germen Sanatçının ve ARTER’in izniyle

Serinin hafızayla ilişkisi nasıl?

Tabii ki iş aynı zamanda hafıza yaratmakla ilgili. Sergiyi gezenler halıların üzerinde yürüyebiliyorlar; bunun sonucunda da iplikler yer yer yıpranıyor, imgeler tamamen kaybolabiliyor. Arter’deki halılar da kim bilir bu serginin sonunda nasıl gözükecek... Mükemmel bir anı yakaladıktan sonra hafızanın kişilerin tarihi gibi değişmeye devam etmesi bununla bağlantılı. ‘Tarihin Yaratılışı’nda nesnenin kendisi de tarih gibi sürekli bir değişim içinde, ‘Self ’teki gibi sonsuza kadar aynı kalacak tek bir andan ibaret değil.

Bu durumda her sergi için halıları yeniden üretiyor olmalısın.

Evet. Sergi bittikten sonra halılar temizlenip saklanıyor. Mesela Venedik’te gösterdiğimiz halı üzerinde binlerce kişi yürüdüğünden serginin sonunda epey silikleşmişti. Nihayetinde eski halıları çerçeveletiyorum; yerden sonra duvarda sergileniyorlar. Başka bir sergi söz konusu olduğunda da o halıyı yeniden üretiyorum. Bu süreç, tarihe baktığında şatolarda kralların duvarlarını savaşları anlatan halıların süslemesine ve tarih resminin, resim sanatının en üst formu gibi algılanmasına ironik bir yaklaşım gibi görülebilir. Halıların ilk etapta zeminde bulunmaları da bana bir şekilde daha demokratik geliyor. ‘Tarihin Yaratılışı’nda biraz sihirli halı fikri de var; hani istersen üzerine binip dünyayı dönüştürebilirsin.

Bu serginden de anlaşıldığı gibi eserlerinde sanat tarihine dair birçok referans var. “Aklın Uykusu” da Goya’nın bir çalışmasına gönderme. Bize bu bağlantıdan bahseder misin?

Sanat tarihiyle ilgileniyorum; bu başkalarının işlerine her zaman baktığımdan, benim için doğal bir süreç. Sanatın sadece bir süreklilikten ibaret olduğunu düşünüyorum. Çağdaş sanat deyince, her şeyin bir zamanlar ‘çağdaş’ olduğunu unutmamız gerekiyor. Bana kalırsa sanat, zamansız bir yanı olsa da, öncelikle üretildiği dönemi yansıtır. Eğer iyi bir eserse zamanının ötesine de bir şeyler ifade eder. Ben her dönemle ilgileniyorum. Bu sergide de ilişkilendiğim kişi ve dönemler arasında Goya, Rembrandt, mermer heykellerde Klasik Antik dönem, Bonzai heykelinde Asya sanatı, et resimlerinde 17. yüzyıl kasap resimleri var. Tarih içinde bazı temaların farklı şekillerde yeniden yapılması gerektiğine inanıyorum.

Peki eserlerindeki kan, ekmek, buz gibi alışılmadık malzemeleri nasıl bir itkiyle kullanıyorsun?

Sanıyorum bu malzemelerle çalışmamın altında daha canlı şeyler üretme çabası yatıyor. Örneğin ‘Self ’i düşünelim, kendi kanımdan yapılmış bir otoportre. O heykel uzaktan bakınca sanki yaşıyor gibi, yaşam destek ünitesine bağlı; oysa esere yaklaştıkça öyle olmadığını anlıyorsun. Cansız bir nesne ve yaşayan bir varlık arasındaki farkın büyüklüğünü kavradıkça, asla yaşayan bir şey yaratamayacağını görüyorsun. Bu da işin ironik kısmı. Bir gün yeniden canlanma ümidiyle kendini donduran kişileri düşün... Durumun kendisi ilk başta canlı ile cansız olan arasındaki mesafeyi azaltırmış gibi gözükse de, aslında tam tersini vurguluyor. Bir de bu malzemelerle çalışırken, şimdiki zamanda var olan bir nesne üretmeyi seviyorum. Eğer bir şey dondurulmuşsa ihtimallerle dolu bir anın içinde takılıp kalmış demektir ve her an kaybolma tehlikesini varlığında taşır. Bu da onu bir şekilde hep şimdiki zamana bağlı kılar. Sergideki ‘Dünyanın Kökeni’ benim için zamanın haritası gibi. Deniz kabuğunun üzerindeki halkalar hayvanın onu yapışının ve zamanın geçişinin izleri olarak tarihin bir göstergesiyken, kabuğun yüzeyinin ayna gibi parlak ve yansıtıcı oluşu bugüne referans veriyor. Bana öyle geliyor ki, kabuğun yüzeyindeki halkalar ile yüzeyin karşısındakini yansıtması neredeyse bugünün nasıl geçmiş olduğunu açıklamak için kullanılabilecek cisimleşmiş bir manifesto.

Eserlerinde doğaya, bedene, tarihe olan bu ilgin felsefeyle bir bağlantın olduğunu düşündürüyor bana.

Bana kalırsa sanat felsefenin somutlaşmış hali. Yaşadığımız dönemde insanların okumak için pek vakti yok; o yüzden daha çok bir şeylere bakıyorlar ve gördüklerinden besleniyorlar. Felsefenin de gerçek dünyayla yeniden ilişkilenmesi gerekiyor. Bu bağlamda felsefenin dünyaya bağlandığı yerin sanat olduğuna inanıyorum.

Do you read philosophy?

Sometimes, but mostly I’m busy thinking about how I will produce my work. We can also talk about a philosophy that function unconsciously in the process of expressing. For instance, I can’t produce a work the moment the idea sparks in my mind, I do a lot of things with that idea and when it’s starts to get interesting, it naturally starts to become a whole with it’s final form. It’s more like; I understand the world while I’m making something with my hands. When it comes to the production process, I find myself at a point where I couldn’t have imagined at the beginning. The other way around would be boring anyway.

Yaşadığımız bilgi fazlalığı da üretim sürecinle ilişkili olmalı...

Evet, içinde yaşadığımız dünya bu ve ben eserlerimde onu yansıtıyorum. Arter’de görülebilen üzerinde haritalar olan göz resimleri aslında taşıdığımız paranoyaları anlatıyor. Durmak bilmeden bilgi bombardımanına tutuluyoruz ve nereye gidersek gidelim dünyada olup bitenleri beynimizin içinde kendimizle birlikte taşıyoruz. Bu, olaylara bakışımızı da etkiliyor. Sanki bundan kurtulmak mümkün değil. Bu noktada ben de eserlerimin sorular sormasını istiyorum; çünkü felsefe sorular sorar, yanıt verense dindir.

Peki Barok senin için ne ifade ediyor?

Barok’un coşkunluğunu seviyorum. Bana kalırsa içindeki enfes karanlık, gerçek dünya ile sanat nesnesi arasında bağ kurmak için bir girişim. Barok, durgun bir suya düşen damlanın yarattığı titreşim gibi... Sanki bir şekilde gerçeğin içine yerleşme arzusu taşıyor. Bir anlamda en yapay sanat hareketi gibi algılansa da, tüm parçalarını gerçek dünyayla ilişki kurmak üzere uzatıyor.

“Aklın Uykusu”nu gezerken içimde oluşan en kuvvetli his şiddetti. Neden eserlerinde bu kadar çok şiddet var?

Güzelliğin ve şiddetin samimiyetle ilişkili olduğunu düşünüyorum; bence ikisi arasında bir tür dengeden bahsedebiliriz. Ayrıca içinde yaşadığımız dünya şiddet dolu, yolda yürürken biliyorsun ki her an başına bir şey gelebilir. Mesela sergide yer alan mermer heykeller ne kadar güzel gözükse de içlerinde şiddet dolu bir anı, heykeli yapılmış kişinin uzvunun kopuşunu barındırıyor. Bu an o güzel mermerin içine saklanmış olsa da heykele bakarken bunu hissetmemek mümkün değil. Beni ilgilendiren gerçek hayatı sanata taşımak.

Mermer heykellerden bahsetmişken 2009 yılında Veronaí’da dolaşırken bir anda karşıma çıkan devasa Alison Lapper heykeli beni oldukça karmaşık ve yoğun hislerin içine sokmuştu. Bu eser grubunun nasıl başladığını merak ediyorum.

Bu seri, British Museum ve Louvre’da klasik dönem heykellerine bakan kişileri izleyerek başladı. Onlar kendi aralarında “bunlar dünyadaki en güzel heykeller” diye konuşurken, acaba heykellerden biri canlanıp aralarına karışsa tepkileri nasıl olurdu diye düşündüm. Muhtemelen söylediklerinden tamamen farklı olurdu; onlara nasıl bakacaklarını bilemezler, utanırlardı. Bu seriye, sanatta kabul edilse de gerçek hayatta kabul edilmeyecek şeyleri araştırmak için başladım diyebilirim. İlk olarak İngiliz Paralimpik Derneği ile iletişime geçtim ve o bağlantıyla Peter Hull’ın heykelini yaptım. Sonrası daha kolay ilerledi; elinizde bir örnek olunca ne yapmaya çalıştığınızı insanlara rahatça anlatabiliyorsunuz.

Bu sergide et resimlerinde gördüğümüz figür üzerinden yarattığın soyutlamalardan bahseder misin?

Et resimlerinde biraz De Kooning resimlerini anımsatan soyut bir imge görüyorsunuz. Oysa baktığınızda bu bir soyutlama değil; çünkü etten yapılmış. Kimileri bu resimleri güzel bulurken, kimileri iğrenç olduğunu düşünüyor. Bir şeyin paradoksal görünmesi benim ilgimi çekiyor, çözümlenemeyen şeyleri seviyorum.

Beslendiğin kaynakları merak ediyorum... Seyahat bir seçenek olabilir mi?

Seyahat de var ama genelde tam nasıl olduğunu anlamadan bazen başka bir şey yaparken, bazen televizyon izlerken ya da internette gezinirken, birileriyle konuşurken oluveriyor. Bir fikrin nereden geleceğini asla bilemezsiniz. Mesela Chelsea çiçek şovunda yürürken Arter’de sergilenen ‘Arzuya Tutsak (Karekök)’ adlı bonzai ağacının gerçeğini gördüğümde bunun bizim doğayla ilişkimizi anlatan muhteşem bir örnek olduğunu düşünmüştüm. Bir güzellik yaratma uğruna şiddetli bir bastırma söz konusuydu; ama onu böylesine büyütünce sanki bir şekilde bu istek canavarca sana geri dönüyormuş gibi geldi. Bonzai ağacı insanın doğayı manipülasyonunun başlangıcı diyebiliriz. Bir de yanıltıcı bir yanı var bu güzelliğin; bonzaiyi yapmanın altında her ne kadar gerçek olmasa da dünyayı kontrol edebildiğini hissetmeye dair psikolojik nedenler de var.

Senin de bir koleksiyonun olduğunu biliyorum. Bitirirken bize son dönemde ilginç bulduğun sanatçılardan bahseder misin?

Eserlerini ilginç bulduğum birçok sanatçı var. Mesela buradan da Taner Ceylan’ın resimlerini seviyorum.

Bu röportaj XOXO The Mag dergisinin Mart 2014 tarihli sayısında yayınlanmıştır. Türkçe’den İngilizce’ye çeviri Ayşegül Papila tarafından yapılmıştır.

Marc Quinn, internal labyrinth (2014)

Marc Quinn, internal labyrinth (2014)

Marc Quinn’in ‘Labyrinth’, ‘Irises’ ve ‘Flower Painting’ serisinden baskı eserleri Printed’15 sergisinde izleyici ile buluşmuştu.




Röportajlar sayfasına geri dön —>