Güzeşte
Güzeşte
07.12.2018 - 12.01.2019
Güzeşte. Farsça [sıfat] Geçmiş, geride kalan
Gorchakov Tarkovsky Nostalghia’sında konuşulmayan hislerin unutulduğundan bahseder. Belki de o hisleri tarihe yazmak ve unutmamak için sürekli onlara tutunmaya çalışırız. Stefan Zweig’ın Geçmişe Yolculuk kitabında dediği gibi nasıl canlıların toprağın besleyici gücüne ve gökyüzünün canlı ışığına ihtiyacı varsa, düşlerin de duygulu ve canlı bir desteğe ihtiyacı vardır. İşte bu nedenle geçmişin arkada kalmasına izin vermemek adına, geçmişe ait olan birkaç anı hep bizimle kalır. Bize kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi hatırlatan fısıltılarına kulak vererek yaşamımıza devam ederiz. Çoğu zaman nesneler aracılığı ile bu bağlantıyı canlı tutarken, bazen bir mezar taşı bile bu işlevi görebilir.
Sergide, sanatçıların kullandıkları nesneler ile geçmişlerine doğru bir bağ kurduklarına ve onun iyileştirici gücüne inandıklarına tanık oluyoruz.
Ayşe H. Ateş’in işlerinde yeryüzünde ve evrende geçmişte var olmuş hiçbir şeyin yok olamayacağına olan inancının izlerini görürüz. Sergide yer alan ‘’Saç’’ isimli eser, kendisi için kıymetli, birbirini tanımayan iki farklı kadının aynı dönemde Makedonya’dan göçüşleri, belki aynı trende geldikleri, benzer konuşma aksanları, aynı yemekleri seviyor oluşları, aynı dertten muzdarip oluşları gibi ilginç benzerliklerinden ilham alarak saçları aracılığıyla tanışmasını betimliyor. Sanatçının son dönem çalışmaları ve yüksek lisans tezi; ölü kavramı, ölü kültürü, ölü evi, mezarlık inançları, mezar bitkileri, gömme/gömmeme, ziyaret gibi kavramlar altında şekilleniyor.
Çağla Sel, sanat üretiminde bir soyutlama imgesi olarak "pencere"ye odaklanıyor. Pencere metaforunu geçmişe açılan simgesel bir geçit olarak ele alıyor. Pencere, içinde dışarıyı görme çabası içerirken, dışarının görüntüsünü, ışığını ve karanlığını içeri taşıyan bir görme aracı aynı zamanda. "Pencereden dışarıya bakmak, ‘görüyorum’dan ‘düşünüyorum’a geçiştir." Kafka'nın bu ifadesi ile pencereler bir geçit yaratır. Kişiyi kitlelerden koruyan ve kişinin kendi dünyasını tanımasına olanak sağlayan bir kalkandır aynı zamanda. Sanatçı için bu geçit büyük bir yalnızlık ve yabancılaşmanın kaynağıdır. İşlerinde kendini yabancılaşmış hissettiği bu dünyaya açılan geçite karşı bir koza ördüğünü görürüz.
Damla Yalçın, sanatsal pratiğinin merkezinde insanın yaşamı boyunca anıları ile bütünleşen objeleri ve mekanları ele alır. Ev, insanın ilk dünyasıdır. İnsan yaşadığının bilincine, kendini bir yere konumlandırdığında farkına varır. Bu konumlandırma yaşadığı evde başlar. Hislerimiz geçmişle bugün arasında mekanla özdeşleşir. Anılarımız, ev sayesinde yerleşik bir yer bulur. Köşelere, tavan arasına, bodruma, dolap arkalarına yerleşir. Goyen ev kavramını ‘Doğduğumuz ev, biz doğmadan önce kimliksizdi. Dünyada yitip gitmiş bir yerdi’ şeklinde tanımlar. Buradan yola çıkarak, evin bireyle anlam bulduğuna inanan sanatçı, doğduğu evin fotoğraflarını çekerek, biyografisini andıran katı ve değişmez bir belge elde eder. Ev, sanatçının çocukluğunu kucaklar. Geçmişine ait olan teknikle, çocukluğuyla silinmez bir bağ kurmasını sağlar.